İlkokul
Üçüncü Ömerhan Atıcı “Coronalı Günlerim”

İkinci Ela Küçükcanakçı “Karantina Günlerim”

Birinci Derin Üzel Tokyoy “Karantina”

Ortaokul
Üçüncü Müge Büyük “Karantina Günlerim”

İkinci Dilaver Alp Kayhan “Değişen Günlerim”

Birinci Alev Ece İkiz “Gizemli Bir Işıltı”

GİZEMLİ BİR IŞILTI

Bir ilkbahar sabahı, yanağımda sıcacık bir öpücük hissettim. Annem “ Haydi kalk bakalım, Aslı. Derse geç kalacaksın.” diyordu. Hiç kalkmak istemiyordum, yine mi okula gidecektim? Canım uyumak istiyordu çünkü gövdesi beyaz, kanatları, kuyruğu ve patileri lila renginde, boynuzu pırıltılı mor beyaz renkli unicornum Pamuk Şeker ile birlikte, gülkurusu renkli fiyonklu rakunum Raku ile hep birlikte Kristal Diyarı’nda kristal arıyordum. Bu kristal, diyarın çok gizli bir mağarasında oluşmuştu ve yaşadığım evi, Prensesler Diyarı’nı saran salgın hastalıktan bizi kurtaracaktı. Çok işim vardı ve görevimi diğer prens ve prenseslerle birlikte tamamlamalıydım. Usulca, anneme çaktırmadan, Pamuk Şeker’in üstünden de düşmemeye çalışarak gözümü araladım. Annemin, bana “Saat 09.00” demesiyle tekrar hızlıca gözümü kapadım.

Aslında tüm prens ile prensesler ve diyardaki halkımız salgın hastalıktan dolayı birbirlerine bulaştırmamak için karantinadaydı. Karantinadayken bahçelerinde çikolata fıskiyesi olan iki katlı villalarında kalıyorlardı ve özel ağaçtan yapılmış dünyanın en güzel odalarında, bulutlardan oluşturulmuş pofuduk yataklarında yatıyorlardı. Halk, karantinadayken daha önce yapmadığı şeyleri yapıyordu.  Her zaman dışarıya çıkanlar, artık çıkmıyordu ve dışarı çıkan olmayınca sessizliğe ve huzura kavuştular. Eskiden eğlence için hep dışarı çıkarken, gezerken,  şimdi sağlık için evde duruyorlardı. Hep insanları izlerken şimdi doğal manzarayı seyrediyorlar. Meğer diyarda hastalıktan önce ne kadar çok trafik ve telaş vardı.

Karantinadan önce dışarıdan şatoma geldiğimde, okuldan ya da kurstan geldiğimde hemen Raku ve Pamuk Şeker’e koşmak, çizgi film seyretmek, oyuncaklarımla oyun oynamak isterdim. Ellerimi yıkamış mıyım, üstümü değiştirmiş miyim çok önemsemezdim. Hâlbuki şimdi tüm prens ve prensesler ile birlikte mikropların elden ele bulaştığını, sokakta ellediğim herhangi bir şeyden ve elimi ağzıma sokarsam, yüzüme ellersem mikrop kapabileceğimi öğrendim. Böylece el yıkamaya geçmişten daha fazla dikkat etmeye başladım. Hatta diyarın kralı babam,  el yıkama süresi bile koydu. Elleri 20 saniye köpürterek yıkamalıyız. Ben de buna göre şarkı oluşturdum: “ Happy birthday to you, mandalina suyu, ellerini yıka da uyu, yoksa kaparsın mikrobu” hahaha… Daha sonra okullara el dezenfektanı konuldu. İlk başta yüzümü de Raku’nun yüzünü de onunla yıkamıştım, aman tanrım çok komikti… Sonra eller için olduğunu öğrendim yüzüm yanınca. Şimdi büyük AVM’ler kapandı, lokantalar, kafeler, sinemalar kapalı ve açık olan marketlere asil halkımı tek tek alıyorlar. Çünkü birbirlerine virüs bulaştırmasını önlemek istiyorlar ve böylece herkes sağlıklı alışveriş yapıyor. Artık mahallelere ve duraklara el dezenfektanı konuldu. Bazı diyarlarda, Pamuklar Diyarı’nda galiba, dezenfektan tüneli bile konmuş. Diyarlar arası girişler iptal, geziler iptal, o iptal bu iptal… En kötüsü de diyarlar arası geçişlerin kapatılmış olması. Diyarlar kapatılarak güvenlik sağlandı ama Ejderha Cenneti, Devler Diyarı… Oradaki arkadaşlarımla sadece sihirli asalarımızla ister görüntülü ister sesli konuşabiliyoruz. Fakat beraber oyunlar oynayamıyor, kitaplar okuyamıyoruz. Bunları tek başıma yapmak bana çok sıkıcı geliyor. Eee diyarlar arası geçişler kapatılınca Sanat Diyarı’nda ablam Prenses Amber de kaldı. Yanımıza gelemedi.

Defni ve Ahmet, en yakın arkadaşlarım, sihirli asalarımızla görüntülü aradılar beni. Bu kişiler, Kristal Diyarı’nın kraliçesi, Kristal Kraliçe’nin çocuklarıdır.  Açtım, bir baktım bana garip bir şekilde gülüyorlardı. Ben de onlara nazikçe gülümseyerek karşılık verdim.

―Aslı, sana müjdemiz var, biz çareyi bulduk, bizim diyarın en dip köşesinde yetişen kristal parçası, hastalığı tedavi etti, dediler.

Çok mutlu olmuştum. Diyarımızın bilim insanları, hastalığa alkolün iyi geldiğini söylüyordu. Bunu duyan satıcılar kolonyanın fiyatını yükselttiler. Halkımız marketlere doluşmuştu ve sağlıkları için karantinadan önce maske ve kolonya aradı. Bazıları eczanelere gidip maske ve bağışıklık sistemi güçlendirici aramıştı. O sıralarda havalar bozuktu. Bir soğuk bir sıcak oluyordu havalar. Bir de bu havalarda salgın hastalıkla da mücadele ediyoruz yani. Bu ürünleri satanlar daha çok para kazanmak için halkımıza yüksek fiyatta ürün verip halkı kazıklıyorlar. İnsanların hastalıkla savaştığı mücadelede satıcılar kendi paralarını düşünüyorlar. Bu tam anlamıyla adaletsizlik! İnsanlarımın ihtiyacı varken, onlara yardım etmek çok önemliyken hala büyükler ve satıcılar para kazanmayla uğraşıyor. Dışarı çıkamayacak, hastalanacak, harcayamayacak ama hala para kazanma derdinde.

Defni ve Ahmet’in bu müjdesiyle birlikte içimde bu hastalığa son verecek bir ümit doğdu. Pamuk Şeker,

―Aslı, eğer o kristali bulabilirsek biz de diyarımızdaki hastalığı iyileştirebiliriz, diye önerdi. Defni, Ahmet ve ben de bu kristali bulmayı kendimize görev bildik. Bu kristali almak istiyorsak diyarlar arası boyut geçişliği yapmamız gerekiyordu. Raku da bana bakıp “Tamam.” der gibi gözlerini kırpıştırdı. Evet, artık görevimiz belliydi.

Karantina sürecinde kralımız babam ve bilirkişi heyeti,  okullarda da bu şekilde halkımız yan yana olunca virüs bulaşabilir diye okulları kapattılar. Okullar kapatılınca biz de şatomuzdan ya da villalarımızdan asalarımızla Eba ve görüntülü konuşma üzerinden okula devam ettik. Görüntülü dersle devam ettiğimizde hem ders programımız değişti hem de ders işlediğimiz yer değişti. Şatom, okulum oldu. Çok kötü oldu. Okuldan çıkıp şatoma gelemiyorum artık. Okuldaki gibi ders aralarında dışarıya çıkamıyorum, arkadaşlarımla beraber oyunlar oynayamıyorum. Arkadaşlarla birlikte olmak çok değerli ve güzelmiş. Onlarla beraber vakit geçirmeyi, teneffüslerde arkadaşlarla geçen zamanı çok özledim.  Neyse, artık okuluma ve diğer arkadaşlarım prens ve prenseslere kavuşabilme fırsatı ve bu hastalığı yenme şansı yakalamıştım.

Defni ve Ahmet kendi şatolarına, ben de Pamuk Şeker ve Raku ile kendi şatoma döndüm. Babama ve anneme konuyu açmak istedim. Onlar da bu konuyu yemekte derinlemesine, birlikte konuşalım istediler. Hastalık sayesinde yiyeceklerimize ve içeceklerimize çok dikkat ediyoruz. Bağışıklık sistemi düşürücü şeyler yememeye çalışıyoruz. Bazen kendimi, annemi çay konusunda uyarırken buluyorum. Çünkü sıcak içecekler insanın bağışıklık sistemini düşürürmüş. Bu yüzden kendim de ailem de çok sıcak şeyler içmeme konusuna olabildiğince uymaya çalışıyoruz. Önceden hamburger ve hazır gıdalar yemek için hep dışarıya çıkardım, ama artık evde kendimiz yapıyoruz hamburgerimizi. Okuldayken hep kantinden sürekli çeşitli paketli gıda yediğimiz için hem kilo alıyorduk hem de sağlıksız beslendiğimiz için dişlerimiz çürüyordu. Eskiden sebzelere bakmıyordum bile! Onlara burun kıvırırdım. Sağlıklı olduğunu düşünmezdim bile. Ama şimdi onların hepsini tek bir avuçta yutuyorum. Neydi o renkli renkli sebzeleri olan …a? Aha buldum, bahsettiğim şey “SALATA.” Yeşillikleri ben yıkıyorum. Salatayı ben yapıyorum, böylelikle hem anneme yardım etmiş oluyorum hem de yemek yapmayı öğreniyorum. Ev işlerinde görev dağılımı yapınca benim görevlerimde oldu. Bazı yemekleri, tatlıları yapıyorum. Hatta bulaşık makinesi boşaltıyorum. Bu görevlerle okul için sorumluluklarım vardı, ev içinde de sorumluluklar almaya başladım. Dolaplarımı düzeltiyorum, oyuncaklarımı siliyorum. Bahçemizi de düzenlemek için babama yardım ediyorum. Neyse yemekte hep ev yapımı doğal sağlıklı besinlerimizi yerken anneme ve babama görevimi anlattım. Onlar da bana Pamuk Şeker ve Raku ile birlikte gidebileceğimi ancak sosyal mesafe kuralına dikkat etmemi ve maskemi takmamı söylediler.

Görev gününde ben Pamuk Şeker’i, Pamuk Şeker de Raku’yu uyandırdı ve giyinip Defni ve Ahmet’i aradık. Ben onlara:

―Günaydınlar uykucular. Bugün büyük gün! Kristali bulacağız. Haydi, çantanızı alın ve yola koyulun. Zümrüt şelalesinde buluşalım” dedim. Ahmet karşılık olarak:

―Günaydın uyku bozucu.  Bizim çantamız dünden hazır ama yedek bot, maske, kolonya ve su al yanına. Üstelik canavar yemi al. Çünkü orada çok büyük bir canavar yaşıyormuş, dediğinde ben:

―Nasıl yani? Siz oraya gitmediniz mi? Peki canavar nasıl? Sivri dişi var mı, diye sordum.  Defni lafa karışarak:

―Aslı biz oraya gitmedik. Ve canavar yok orada. Ahmet kendisi okuduğu toplardan uydurdu canavarı. Yani merak etme canavar yok, dedi.

Salgın hastalık sonucu villasında karantinada yaşamaya başlayan tüm çocuklar, okumaya önem vermeye başlamıştı. Herkesin villasında yeterince okuyacağı kitap olmayabilir diye kralımız babam, diyardaki her çocuk için kitap topları oluşturup dağıtmıştı. İçinde birbirinden farklı onlarca öykü olan bu toplardan çocuklar istediği öyküyü okuyabiliyordu. Topu bitince bitiren bir diğer çocukla paslaşıyor ve paylaşıyordu.  Biz Defni ile konuşurken birden Pamuk Şeker araya girdi ve bizi uyardı:

―Arkadaşlar eğer daha gır gır ederseniz gitmeyelim. Eğer gidecek isek susalım ve Zümrüt Şelalesi’nde buluşalım, dedi ve telefonu kapattı. Daha önce Pamuk Şeker’in bu halini görmemiştim ve:

―İyi misin, diye sorduğumda Pamuk Şeker:

―Evet, ben gayet iyiyim, biraz heyecanlıyım, dedi. Ve Zümrüt Şelalesi’ne gittiğimizde Ahmet ve Defni çoktan gelmişti. Hemen Ahmet ve Defni’nin dedesi büyücü Aldosya ile tanıştım ve bize bir portal açtı. O portalın içine girdik ve bir de ne görelim? Başladığımız yerdeyiz ama sadece şelalenin suyunun ortadan ikiye ayrıldığını gördük. Hem şaşırmış hem de mutlu bir şekilde şelaleden geçiyorduk. Şelaleyi geçtiğimizde bir de ne görelim, sürekli aranan ama hiç bulunamayan top kitaplarda okuduğumuz Şekerler Diyarı’ndaydık. Bir anda:

―Ne duruyoruz? Gidip şu kristali bulalım, sonra istediğimiz kadar burada dolaşırız, dedim.  Ancak Raku ve Defni aynı anda:

―Önce gezelim, sonra buluruz kristali. Hadi gelin, dediler ve bizi çekiştirirken kendimizi Şekerler Diyarı’nın içinde bulduk.  Sağ ve sol tarafımızda küp şekerlerden evler vardı. Bu gizli diyarda salgın hastalık yoktu. Yılbaşı şekerleri alışveriş merkezi, yuvarlak şekerler buz ve eğlence pisti olarak tam karşımdaydı. Böyle yerleri gördükten sonra buranın kral ve kraliçesiyle tanışıp kızları olan “Veneloppy” ile arkadaş olduk. Kraliyetten çıktıktan sonra Veneloppy bizi Şeker Diyarı’nın en meşhur yeri olan buz pistine götürdü ve meraklı bir şekilde:

―Buraya neden ve nasıl geldiğinizi bilmiyorum ama bir şeyin peşinde olduğunuzu anladım. Neyin peşindesiniz, dedi ve Ahmet:

―Ben Ahmet. Bunlar da arkadaşlarım Aslı, Raku, Defni ve Pamuk Şeker. Biz kendi diyarlarımızda tüm halkımızı etkileyen salgın bir hastalık yüzünden buradayız. Merak etme, biz hasta değiliz. Eğer Kristal Diyarı’ndaki kristali bulabilirsek hasta olan diyarları kurtarabiliriz. Bu yüzden yardımına ihtiyacımız var, dediğinde Veneloppy’nin yüzünde bir gülücük oluştu ve bize:

―Tabii ki yardım ederim. Bana dürüstçe sorununuzu söylediniz. Ben de size hem arkadaşlık edeceğim hem de yardım edeceğim, dedikten sonra yola koyuldular. Dağlara, tepelere çıkıp indiler ve Veneloppy durup:

―Burada sesiz olmanız gerek. Çünkü burada çok ama çok büyük bir canavar bulunuyor ve tatlı ama vahşi minionları var. Ben bir kez denedim, zar zor kurtuldum. Benim gözümü tırmaladı bu yüzden sağ gözümü hep saçlarım ile kapatıyorum. Ama merak etmeyin canavar benim erkek ikizim Ceyms. Yani tanıdık, dediği an Ahmet:

―Biliyordum! Canavar olduğunu biliyordum, dedi ve ben:

―Tamam, eğer sessiz olursak yeneriz mi diyorsun, dedikten sonra sıkıntıdan patlayan Defni bağırarak:

―Evet, bunu diyor!” der demez canavar yanımızda belirdi. Veneloppy korkarak:

―Merhaba kardeşim!” der demez kaçışmaya başladık. Birimiz sağa, birimiz sola, ikimiz geri, ikimiz de düz koşuştuk. Canavar Ceyms, ilk olarak kardeşine koştu. Kaçarken ben bir mağara gördüm, kristal gibi parlıyordu.

Kristali buldum, diye bağırınca Ceyms bana doğru koşmaya başladı. Diğerleri de benim gittiğim kısma koşup kristale ulaşmaya çalıştılar ama Ceyms hepimizi yakalayıp ağaca sardı. Pamuk Şeker, yakalanmamış saklanmış olan Raku’ya bakıp:                                                                                              ―Haydi Raku kurtar bizi ve yen onu. Haydi, diye bağırarak gaz vermeye başlayınca Raku, ben ve ablam Prenses Amber’in öğrettiği savaş hareketlerini hatırladı ve canavarı yenip bizi kurtardı. Canavar Ceyms, bizden özür diledi ve bizim arkadaşımız oldu. Tüm tayfa, kristale doğru yürümeye başladık ve en sonunda kristale ulaşmıştık. Kristale elimi uzatmış tam alacak iken annemin bana “Saat 09.00, hazırlanmalısın.” demesiyle düşünmeye başladım. Eyvah! Servisi kaçırmıştım. Daha kahvaltı bile etmemiştim. Bugün sınav var mıydı ya da sözlü ya da ne bileyim işte yapmam gereken bir şeyler… Bir anda düşüncelerim bulut olup, giderek unicornumun görüntüsünü kapladı, gözümün önü bembeyaz oldu ve ben uyanmıştım.  Yatağımdan fırladım. Ah şu okul olmasa dedim. Ne güzel kristaller, prensler, prenseslerle birlikte turuncu mavi kuyruklu elbisemin ve parıldayan elmaslarla dolu tacımla ışıl ışıl süzülmek varken… Anneme “Günaydın!” dedikten sonra evde olduğumu ve karantinada olduğumuzu hatırladım. Hemen kahvaltımı edip derse koştum. Tam vaktinde yetişmiştim çünkü odamda bilgisayarımın başındaydım. Öğretmenim yoklamada tam benim adımı söylerken derse girmiştim ve hemen “BURADAYIM” diye bağırdım. Meğer bunların hepsi bir rüyaymış.

Öğretmenim yoklamayı aldıktan sonra mikrofonumuzu sırayla açıp yeni gelen arkadaşımıza kendimizi tanıtmamızı istedi ve sıra bana geldiğinde:

―Merhaba, ben Aslı. On yaşındayım. En sevdiğim oyuncaklarım gövdesi beyaz, kanatları, kuyruğu ve patileri lila renginde, boynuzu pırıltılı mor beyaz renkli unicornum Pamuk Şeker ile birlikte gülkurusu renkli, fiyonklu rakunum Raku’dur. Onlarla  hep birlikte oynamayı severim.” dedim.

Ardından bu aralar olan salgın hastalıkla ilgili yazdığımız öykülerimizi sırasıyla okuduk. Derse başlamıştık. Bilgisayar masamda, bilgisayarımın arkasından parlayan gizemli bir ışıltı gözümü kamaştırdı. Nerden geliyor diye baktığımda bilgisayarımın arkasında bir kristal duruyordu. Çok şaşırdım, heyecanlandım. Bir anda, kristalin altında bir not olduğunu fark ettim. Notun üzerinde ”Sevgili Aslı, bu not sağlıklı yaşamayı öğrendiğin, sorumluluklarını anladığın, nezaket kurallarına uyduğun, dostluk ve paylaşmanın önemini anladığın için, arkadaşların Defni, Ahmet, Veneloppy ve Ceyms’den sana hediyedir, bu kristali alıp umarım diyarını kurtarırsın.” yazıyordu.

Alev Ece İKİZ

Anadolu Lisesi
Üçüncü Ece Lal Nizamlı “İki Bedende Aynı Acı”

İKİ BEDENDE AYNI ACI

İşte son dersin zili çalmıştı, bir an önce eve gitmek ve hastalıkla ilgili her şeyi öğrenmek istiyordum. Zar zor ders bitti, sonunda eve gitmek için yola koyuldum. Yemeğimi hazırlayıp merakla saatin geçmesini bekledim. Saatler geçmişti, birazdan net bir açıklama gelecekti. Heyecanla televizyonun karşısına geçip neler oluyor, bu hastalık nasıl geldi? Hepsini tek tek açıklayacaklardı. Sizlerin de “ne açıklaması” der gibi baktığınızı görebiliyorum. Ben de sizinle öğrenecektim. Çaresizce televizyonun karşısına geçip bekliyordum. Ben beklerken annem aradı. Benim merakımı duymuştu sanki, ağlıyordu telefonda ve ne olduğunu anlayamadım.

”Anne! Anne! Sakin ol. Ne oldu?” dedim. Annem ağlamaklı bir sesle:

”Oğlum seni göremeyeceğim. O kadar gün beklemişken, gözümde tütüyorken göremeyeceğim.” dedi. Sesinde acı, hüzün en çokta çaresizlik vardı. Sakinleşmesi için onu teselli ettim ve iyi olunca aramasını söyledim. Beni dinledi ve telefonu kapattı. Annem kapatır kapatmaz gözüm televizyona gitti, beklenen açıklama yapılıyordu. Televizyonun sesini açarak hemen anlamaya çalıştım bu olanı biteni. Haberlerde virüsün Almanya’ya geldiğini yurt içi ve yurt dışı seferlerinin durdurulduğu, yayılmaması için tedbirler alınması gerektiği söyleniyordu. Annemin neden o kadar ağladığını şimdi daha iyi anlıyordum. Bu haberler hiç iyi değildi.

Bu arada size kendimden bahsedemedim. 21 yaşındayım. İsmim Ata. Almanya’ya okumak için yerleştim, kendim için yeni bir hayata adım attım. Hayalimdi burada yaşamak. Çok çalıştım, yeterli fedakârlıklar yaptım ve Almanya’da okumak için buraya yerleştim. Ailem ise İzmir’de yaşıyor, bana oldukça düşkünler ve ben de onlara aynı şekilde düşkünüm. Buraya gelmek benim için de çok zor olmuştu ama babamın bana dediği söz beni buraya kadar getirdi. O, bana hep: ”Hayallerinin peşinden koş” derdi. Onu dinlediğim için şimdi buradayım. Evet, bu üzücü olaya dönmem gerekirse bütün her şeyi alt üst etti ama ben de üzgün olursam annemi kim teselli edecekti? Kendime gelip annemi aramalıydım. Oturup olayları anlamaya çalıştım, daha sonra annemi aradım. Onunla bu konuyu ayrıntılı bir şekilde konuştuk. Benim için endişe etmeyeceğini, kısa süre sonra her şey eskisi gibi olup hemen ilk uçakla yanlarına geleceğimi söyledim. Oda sakinleşmişti, konuşmamız iyi gelmişti. Telefona babamı istedim ve biraz da onunla konuştum. Benimle ilgili endişe etmemeleri gerektiğini, başımın çaresine bakabileceğimi ve sonunda yanlarına geleceğimi söyledim. Babam:

”Sen her şeyin üstesinden geldin oğlum, bu dönemde de başının çaresine bakarsın” diyerek beni onayladı. Annemlerle konuştuktan sonra arayan Sevda’ydı. Size ondan hiç bahsetmedim. Sevda en kıymetlim, lise aşkım ve gelecek planı kurduğum kadındı. Sesini ilk duyduğumda gözlerim doldu, kelimeler boğazıma düğümlendi. O da annem gibi iç çekerek ağlıyordu. Hemen söze atıldım:

”Sevda! Lütfen ama sende böyle yaparsan ben kim mutlu edecek” dedim. Daha sonra düzeldi sesi ve bütün gece onunla konuştuk. Konuşmak iyi gelmişti bize. Moralimizi yüksek tutup bu hastalığı birlikte ve sorunsuz atlatmaya hazırdık.

Günün sonunda kendimi yatağa attım. Hem ruhen hem de bedenen yorulmuştum. İyi bir uykuya ihtiyacım vardı, daha da geç olmadan uyumaya koyuldum.

Güne alarm sesiyle uyandım. Saat 10:00 olmuştu. Yoğun bir cumartesi günü beni bekliyordu. Kahvaltımı güzelce yapıp hemen alışverişe doğru yola çıktım. Şaşırmıştım çünkü Berlin’i daha önce hiç bu kadar kalabalık görmemiştim. İnsanlar telaş içindeydiler, bir oraya bir buraya doğru sanki birbirlerini ezecekmiş gibi hareket ediyorlardı. Bu kadar telaşa gerek var mıydı acaba? Kafamdaki soru işaretleriyle markete doğru yola koyuldum. Evin yeteri kadar ihtiyaçlarını alıyordum. Fakat sadece yeteri kadar alan bendim. İnsanlar o kadar çok alıyorlardı ki şaşkınlıkla etrafı izliyordum. Yiyecekleri, içecekleri hunharca alıyorlardı, telaş içinde. Marketten alacaklarımı alıp, oradan eczaneye gittim. Yine marketteki olaydan farksızdı eczane. Her şey bitmişti etraftaki. Diğer eczanelere baktıktan sonra en son girdiğim yerden maske, eldiven ve dezenfektan bulabilmiştim sonunda. Eve doğru ilerlerken kendi kendime düşündüm. Anlaşılan ciddi bir sürece girmiştik ama bu kadar da abartılması ve başkalarını düşünmeden alışveriş yapılması çok can sıkıcı bir olaydı. Herkesi düşünerek bilinçli alışveriş yapmak ve bu kadar telaşa kapılmamak gerekirdi. Uzun bir yürüyüşün ardından eve vardım. Aldığım şeyleri yerleştirip günü değerlendiriyordum. Daha sonra annemler görüntülü aradı beni. Onlarla görüntülü konuşarak gördüğüm şeylerden bahsettim. Annemler de Türkiye’deki durumun pek farksız olmadığını söyledi. Akşam olmuştu. Yemeğimi yiyip hemen haberleri seyretmek için televizyonun başına oturdum. Haberler hiçte iç açıcı değildi. Virüsün çok kısa sürede hemen yayıldığını ve yapılan testler sonucunda pozitif çıkan vaka sayısının bir hayli fazla olduğunu, bu gerekçeyle sokağa çıkma yasağının uygulanacağına da değinildi. Bu haberler sonrasında moralim iyice bozulmuştu. Beni şuan mutlu edecek tek şey Sevda’nın o huzur veren sesiydi. Hemen aramaya koyuldum fakat telefona bakan yoktu çok endişelendim ve tekrar aralıklı saatlerde aradım, sürekli mesaj attım fakat ulaşamadım. Annesini aramak aklıma geldi ancak o da işe yaramadı. Merakım daha da artıyor daha da panik oluyordum. Bütün gece mesajıma dönmesini bekledim ama sonunda yorgun düşüp uyuya kalmışım.

Sabah alarm sesiyle uyandım ve hemen Sevda’dan mesaj gelmiş mi diye baktım. Mesajımı hala görmemişti. Gitgide onun için endişeleniyordum. Çabucak kahvaltımı yapıp, annemin bu konu hakkında bilgisi olup olmadığını soracaktım. Canım hiç bir şey yemek istemiyordu. Zor da olsa bir kaç lokma yedim. Annemi arayıp olanlardan haberi var mı diye sordum. Annem de bir bilgisinin olmadığını, Sevda’nın annesinin onu arayıp bir bilgi vermesi halinde bana geri döneceğini söyledi. Annemle konuşmam bittikten sonra gerek Sevda’nın ailesinden ve gerek annemden haber beklemeye başladım. Etrafı toparlamak üzere mutfağa gidiyordum ki aniden telefonum çaldı. Koşarak geri döndüm. İşte! Arayan Sevda’nın annesiydi. O an çok mutlu oldum, hemen telefonu açtım. Annesinin sesi oldukça üzgün geliyordu. Kafamda hemen kötü senaryolar belirdi ve tedirgin olmaya başladım.

”Dün gece aramışsın oğlum, sana geri dönemedim telefonum yanımda değildi” dedi.  ”Yoksa Sevda’ya mı bir şey oldu Selda Teyze?” dedim. Selda Teyze ise buruk bir ses tonuyla:

”Sorma oğlum başımıza gelmeyen kalmadı, sana bunu nasıl söylerim bilmiyorum fakat dün akşam Sevda çok kötü oldu, aniden ateşi yükseldi ve zor nefes almaya başladı. Biz de apar topar hastaneye gittik. Ne telefon aklımıza geldi ne başka bir şey”  Ne diyeceğimi bilemedim, dünyam başıma yıkılmıştı, ağlayacaktım, kendimi zor tuttum ve sordum:

”Peki! Peki, Sevda nasıl şuan ” dedim. Annesinin uykulu olduğu çok belliydi konuşacak dermanı yoktu.

”Düne kıyasla iyi ve daha iyi olacak Sevda emin ellerde, sen kendi sağlığına dikkat et oğlum”  dedi. Muhabbeti uzatıp onu üzmek istemediğimden telefonu kapattım. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Böyle bir şey olacağı hiç aklıma gelmezdi. Fakat iyi şeyler düşünmek ve sonunda onu görmek istiyordum. Kötü düşünceleri bir kenara atıp sokağa çıkma yasağı başlamadan önce gerekli alışverişi yapmalıydım. Bu sebeple giyindim ve dışarı çıktım. Virüsün patlak vermesinin ardından bu görkemli şehir, sanki daha da kalabalıklaşıyordu, çok hızlı bir şekilde alışverişimi yapıp geç olmadan eve dönmek istiyordum. Beklediğim gibi olmamıştı. Zaman su gibi akmış ve saat 19:00’da eve varmıştım. Aldığım her şeyi yerleştirmek üzere mutfağa gittim. Bunlarla uğraşırken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Bütün işlerimi bitirip yatağa uzandıktan sonra Sevda’ya mektup yazma kararı aldım, ona yazacağım ilk mektubu sizlerle de paylaşmak istiyorum. Umuyorum okuyorken duygularımı anlarsınız.

”Sevda’m canım benim.  Öncelikle seninle olmak için şuan canımı bile verirdim. Fakat olaylar bazen düşündüğümüz gibi olmuyor. Konuşamıyor olmamız duygularını paylaşmadığım anlamına gelmez. Aramızda kilometreler olmasına karşın çektiğin acıyı kalbimde hissediyorum. Sen güçlü birisin her zorluğun üzerinden geldiğin gibi bu virüsü de yeneceksin. Bazen hayat bize istemediğimiz senaryoları sunar. İçinde bulunduğumuz durum tam olarak bu olsa da, belki yanında değilim ama kalbim her daim seninle. Bu sana yazdığım ilk mektup ve her gün düzenli olarak yazacağım. Bu günler geçtikten sonra sana kavuşacak ve mektupları sana vereceğim. Mektubumu şu sözlerle bitirmek istiyorum: Yüzündeki gülümsemenin sebebi ben olduysam ne mutlu bana. Seni çok seviyorum, iyi ki varsın.”

Mektubumu yazdıktan sonra daha da iyi oldum ve her gün Sevda’ya neler hissettiğimi yazmaya karar verdim. Gün benim için sona ermiş ve dinlenmek üzere odama çekilmiştim.

2 AY SONRA

Karantinanın 64. günüydü. Alarmın çalmasıyla sessiz bir Berlin sabahına uyandım. Bu süreçte tekrarladığım ritüelleri yerine getirip, Sevda’ya 64. mektubumu yazmak için pencerenin önündeki masaya yerleştim. Issız Berlin sokaklarına dalarak bu sürecin ardından geçireceğimiz güzel günleri düşünerek yazmaya başladım.

Mektubumu yarıladığımda telefonun çalan sesi beni düşüncelerimden aldı. Arayan annemdi merakla telefonu açtım. Annemin ”Oğlum” demesinden iyi bir haber alacağımı anlamıştım ve onu dikkatlice dinlemeye başladım. Hemen söze atıldı:

”Oğlum, müjdemi isterim! İlaç bulunmuş. Haberlerde ilaca dair açıklamalar yapılıyor. Artık özlem bitecek sen de evine geleceksin” dedi. Sabah uyandıktan sonra mektuba daldığımdan vakit bulamamış, televizyonu açmamıştım. Annemin dediklerinden sonra hemen televizyonu açtım. Türkiye ile eş zamanlı bir yayın yapılıyor, ilacın hastalara uygulandıktan sonra ki süreçte de tüm uçuş seferlerinin eski haline geleceği söyleniyordu. Bu haberlere çok sevindim. Artık anneme ve sevdiğime kavuşacaktım.

İLACIN BULUNMASINDAN SONRAKİ 2. HAFTA

Bu gün ilacın hasta insanlara enjekte edildiği haberini duyduğumda çok sevindim. Hafta sonu ailemin yanında olacak ve Sevda’yı görecektim. Bavullarımı hazırlayıp en önemli şeyi –mektupları- unutmamak için gözümün önüne koydum. Gereken hazırlıkları fazlasıyla yaptım ve hafta sonunun gelmesini iple çekiyordum. Son güne kadar Sevda’ya mektup yazmayı ihmal etmedim. Son mektubu yazınca hepsini gün sırasına koyup çantanın en korunaklı gözüne yerleştirdim.

Akşam olmuştu. Güzel günleri düşünüyorken birden telefonum çaldı. Koşarak telefonu almaya gittim. Arayan Sevda’ydı . Uzun bir süreden sonra sesini ilk kez duyacaktım. Hemen açtım telefonu. Sesi ağlamaklı geliyordu. İç çeke çeke:

”Ata! Seni nasıl özledim bir bilsen… Çok zor günler geçirdim, özellikle sensiz olmak daha da zordu. Şuan çok iyiyim. Geleceğinin haberini de annenlerden duyunca çok sevindim, kavuşmamıza az kaldı” dedi. “Bende aynı şekilde seni çok özledim Sevda. Yarın sabah ilk uçakla yoldayım uçaktan indikten hemen sonra yanına geleceğim. Seni çok seviyorum” diye ekledim. Sevinç gözyaşlarımızdı artık bunlar. Sonunda Sevda’ya ve aileme kavuşacaktım. Sevda ile konuşmamız bittikten sonra hemen uyumaya çalıştım. Sevda’yı göreceğim için çok heyecanlı olduğumdan uyumam biraz zaman alsa da yorgunluğa yenik düşmüş ve uyuya kalmıştım. Geç uyumama karşın sabah çok dinç kalkmıştım.

 

BEKLE BENİ İZMİR, BEKLE BENİ SEVDA’M, ÇOK AZ KALDI.

                                                             

 

                                                             ECE LAL NİZAMLI

11/A

İkinci Çağlar Kara “Beklenen Çare”

BEKLENEN ÇARE

Hiçbir şey gelmiyordu elimizden, son nefeslerini içine çektiği oksijen, ciğerlerine dolmadan kalp ritmini takip ettiğimiz cihazdan kulakları sağır eden, hiçbir sağlık çalışanının duymak istemeyeceği o ses bütün odada yankılandı. Hastayı kaybediyorduk ve hasta nefes alamamaya başladı. Gözleri tamamen açık bana bakıyordu, belki kelimelerle değil ama gözleriyle ”bana yardım edin” diyordu sanki. Oksijen destek ünitesini hemen etkinleştirdik, nafile çırpınmaya başlamıştı. Elini kaldırmaya dermanı olmayan bu hasta, adeta tüm gücünü toplamış önlüğümün eteğinden çekmeye başladı. ‘’Morfin!’’ diye diye bağırdı. O an bir etkisinin olmayacağını biliyordum, aklımı yitirmek üzereydim. Hasta daha da çırpınmaya başladı. Yardımcı hemşire dayanamayıp odadan çıktı. Staj için gelen fakat virüsün ardından tam gün hastanede çalışmaya başlayan Mehmet Ali’ye oksijeni artırmasını söyledim. Ömer ise hastanın çırpınmasını biraz da olsa engellemek için hastanın omuzlarından bastırdı.

Hasta, bu dünyadaki son anlarını yaşıyordu artık. Bu son onun için yeni bir başlangıç olacaktı. Saniyeler sonra tüm değerler sıfırın altına düştü. Az önce önlüğümü çekiştiren adam artık hareketsizdi, yavaş yavaş soğuyordu. Mehmet Ali olduğu yere çöktü haftalar önce sadece ufak tefek hastalıklarla ilgilenmek için hastanede çalışmaya başlayan genç stajyer, bugünlerde virüs nedeniyle birçok kişinin son anlarına tanık olmuştu. Ömer ise kaybedilen her hastanın ardından olduğu gibi söylenip, duvara sert bir yumruk attı. Ömer benim çocukluk arkadaşım, bu yedi tepeli şehirde beraber büyüdük. Ortaokulu, liseyi hep birlikte okuduk. Uzun yıllar Türk Silahlı Kuvvetlerinde doktorluk yaptı. Virüsün patlak vermesinin ardından, Ömer’in İstanbul’da görevine devam etmesi gerekiyordu. Şans eseri aynı hastanede: -Şişli Araştırma Hastanesi- görev yapmaya başladık.

Hastanın öldüğünü gösteren kalp ritim cihazını ve oksijen destek ünitesini kapattım. Mevtanın yüzünü bir çarşafla öretecekken, Ömer atıldı:

”Yüz sekiz oldu Cevdet! Yüz sekiz kişi ellerimizde bu virüs yüzünden can verdi”. Onu hiç bu kadar sinirli görmemiştim.

”Sakin ol kardeşim” dedim. Mehmet Ali’ye döndüm küçük bir çocuk gibi, olduğu yere çöküp ayaklarını iyice kendine doğru çekmiş bir yere odaklanıp sallanıyordu. Usulca yanına gittim.

”Hadi oğlum kalk ayağa” dedim. Beni duymadı, omzuna elimi koyup biraz daha ciddi bir sesle ”Mehmet Ali! Kalk ayağa” sesimi duyunca ürktü, ayağa kalktı, gözyaşlarını sildi. Sesi titreyerek bana ilk kez ”Abi” dedi.

”Cevdet Abi ne zaman bitecek bu şey, acı çekiyor insanlar” dedi. Haklıydı, vefat eden neredeyse herkes nefessiz kalarak can veriyordu. Halk ise bunun bilincinde değildi. Hastanedeki duruma şahit olsalar dışarı çıkmayı bırakın, balkona hava almaya bile çıkmazlar.

Mehmet Ali’nin sakinleşmesine yardımcı olurken, Ömer odanın diğer tarafında mevtanın raporunu yazmaya başlamıştı. Yılların tecrübesi kendini hemen toparlamıştı bile, anlattığına göre Afrin’ de doktorluk yaparken ”Türk Silahlı Kuvvetleri’nin” askeri konvoyuna düzenlenen saldırıda şehit olan elli iki askerin ölüm raporunu yazmıştı. Bir sürü cansız bedene şahit olduktan sonra uzun yıllar psikolojik destek bile almış.

Bulunduğumuz kattaki en üst dereceli doktor ben olduğumdan, raporda benim de imzamın olması gerekiyordu. Raporun en altında ”notlar” bölümündeki cümle her şeyi özetliyordu. ”COVİD-19 gerekçesiyle vefat eden 108. Hasta…” Yalnızca bulunduğumuz ilçenin hastanesinde yüzlerce, yüzlerce ölü vardı. Peki ya bütün Türkiye? Ya bütün Dünya? Aman Allah’ım! Hayal bile edemiyorum.

Rapora ben de imza attıktan sonra Mehmet Ali’ye ve Ömer’e döndüm:

”Hemen morg görevlilerini ara, yer olup olmadığını öğren. Ömer sen de mevtanın yakınlarına ulaş, hepsine test yapılsın” dedim. İkisi de başıyla hemen onayladı. Mehmet Ali, hemen morg görevlisini aradı.

”Ben 4. kattan Doktor Mehmet Ali Sarı, bir hastayı daha kaybettik. Morgun durumunu öğrenmek istiyorum” dedi. Morg görevlisi yaklaşık beş saniye sonra bizimkine cevap verdi:

”COVİD-19 gerekçesiyle vefat edenler için son üç kişilik yerimiz var. En erken defin işlemleri ise yarın başlayacak Doktor Bey.” Mehmet Ali, görevlinin dediklerini aynen bize iletti.

Gözlerimi ovuştururken ”Görevlilere haber verin, mevtayı alsınlar.” dedim. Uykusuzluktan ölüyordum. Aniden Ömer omzuma dokunarak:

”Hadi kardeşim, sen hepimizden daha uzun süredir ayaktasın, git dinlen biraz.” dedi. Haklıydı. Yaklaşık on altı saattir aralıksız ayaktaydım.  Kahvaltıda yediğim tam simit ve bir bardak sallama çaydan başka bir şey yememiştim ama her şeyden önce bir sesi çok özlemiştim.

Bulunduğum odadan ayrıldım, sanki ilk kez görüyormuşçasına etrafa bakıyordum. Yoğun bakım servisi ve odalar o kadar doluydu ki, durumu diğer hastalara kıyasla daha iyi olanlar koridorlarda tedavi ediliyordu.

Bizim dinlenmemiz için ayrılan odalar üst kattaydı, eve gitmemiz hastalığın yayılmasına yol açabileceği için tam altmış dört gündür hastanedeydik, altmış dört gündür yoğun bir tempoda çalışıyorduk. Yüzlerce ölüye, binlerce hastaya tanık olduk. Psikolojik açıdan çökmek üzereydim. Omuzlarımdaki bu yorgunluğu yalnızca bir kişi alabilirdi. O da biraz daha beklemeliydi.

Odaya girdiğimiz gibi bizi bir izolasyon bölgesi karşılıyordu. Öncelikle üzerimizdeki tulumu çıkardık. Eldivenler, maskeler gözlükler dış dünya ile temas eden her şeyin çöpe atılması gerekiyor fakat tıbbi yetersizlikten dolayı bu saydığım ekipmanları üç gün bile giydiğimiz oluyor. Ardından üstümüzdekileri de burada çıkarmak zorundayız, onlar yıkanmak üzere yan odadaki çamaşırhaneye gitti. İlk müdahale olarak borulardan gelen gaz bize merhaba dedi. Bu virüsü geçici olarak dondurdu ama yalnızca beş dakika. Ardından kıvamı suya benzer bir dezenfektan sıkıldı üzerimize. Eğer üzerimizde virüs olsa bile 12-13 dakika artık hareket edemeyecekti. Bu işlemlerden sonra hemen duşa girmemiz gerekirdi.

Duşun ardından hastane kokusunun üstüme sindiğini, ne yaparsam yapayım artık bir parçam olduğunu kabullendim. Doktorların toplu olarak uyuduğu askeriyenin kışlasını andıran bir oda, ayrıca herkes için ortak bir mutfak ve iki çekyat da bulunuyordu. Bu sabah hastanenin kantininden aldığımız ve hepsini bitiremediğimiz simitlerden bir tanesini yedim. O kadar yorgundum ki kendime çay yapacak halim bile yoktu.

Şahsa ait dolapların olduğu bölüme gidip dolaptan kişisel telefonumu aldım, tam on sekiz tane cevapsız arama, yedi tane mesaj vardı. Aramalarının hepsi sesine hasret kaldığım karımdı. İçimden ”kim bilir ne kadar merak etti beni” dedim. Saate baktım, sabaha karşı 5’e geliyordu. Ancak özlem duygum onu uykusundan uyandırmama isteğimden ağır geldi ve aradım. Telefonun daha ikinci çalışında:

”Cevdet, iyi misin?” diyen sesi duyunca gözlerim yanmaya başladı. Konuşmak istiyordum ama kelimeler çıkmıyordu ağzımdan. Telefonu kulağımdan uzaklaştırdım boğazımdaki yumrunun gitmesi için öksürdüm ve konuşmaya başladım.

”Bahar’ım… İyiyim canım, merak etme beni. Sen nasılsın” dedim. Dayanamadı. Artık sessizce değil hıçkırarak ağlıyordu.

”Bahar, ağlama canım. Lütfen, sesini duymak için aradım” dedim. Onu teselli etmeye çalıştım. Kısa zaman sonra ağlaması durdu ve yalnızca ”Cevdet’im” dedi ben de ”Bahar’ım” diye karşılık verdim. Yaklaşık bir saat konuştuk. Beni merak etmemesini, sağlığımın çok iyi olduğunu, bizlere her gün test yapıldığını söyledim. Dediğim sözlere inanmak istiyordu ama o da yalan söylediğimi biliyordu. Her şey daha kötü oluyordu. Tek tesellimiz ilerleyen günlerde tanıtılmaya hazırlanan ”panzehir” niteliğindeki aşıydı. Bahar’a uyumasını söylemiştim, benim de çok uykum gelmişti, vedalaştıktan sonra telefonu kapattım.

Uyumak için hazırlık yaparken bugünkü hastanın gözlerime nasıl baktığı aklıma geldi. Uzun yılladır bu işi yapıyordum, çok daha kötü durumla karşılaştım fakat son günlerde iyice çökmüştüm.

Son üç ayda yalnızca ülkemizde dört bini aşkın kişi vefat etmişti. Dört bin aile paramparça oldu, dört bin tane hayal gerçekleşmeden suya düştü.

İçinde olduğum psikolojik buhran iyice ağır bastı ve uykum kaçmıştı. Oturmaya başladım. Sadece biraz sessizliğin içinde kaybolmak istiyordum. O sırada odanın girişindeki izolasyon bölgesi aktifleşti. Kimin geldiğini öğrenmek için ayağa kalktım. Ömer ve Mehmet Ali gelmişti. Ömer, gözlük ve tulumunu çıkarırken göz göze geldik. Bana ”neden uyumuyorsun” der gibi bir bakış attı. Ardından Mehmet Ali’yi gördüm. Saygısından ödün vermeyerek başını önüne eğdi. Ömer ve genç stajyerimiz benim izolasyon bölgesinde yaptığım ritüelleri tekrarladılar. Yarım saat sonra ikisi de aynı anda oturduğum alana geldi. Mehmet Ali son derece yorgun bir biçimde

”Hocam başka bir istediğiniz yoksa ben uyumaya gideyim” dedi. Başımla onaylar bir tavırla:

”Uyu oğlum uyu” dedim ona. ”Allah rahatlık versin” dedi ve gitti.

Ömer ile odada yalnız kaldık. O, Mehmet Ali’ye kıyasla daha dinç gözüküyordu ama uykusunun olduğu belliydi. Tam karşıma geçti, çekyata oturdu.  Kollarını önce dizine sonra da kafasını kollarının arasına aldı. Onun içinde bulunduğu durum daha kötüydü. Benim en azından bir teselli edenim Bahar’ım vardı, onun ise paramparça bir kalbi. Doğuda görev yaparken oturdukları askeri lojmana bombalı saldırı gerçekleşmiş orada eşi Arzu’yu ve oğlu Atakan’ı kaybetmiş. Bu olaydan sonra her gece yatmadan önce bir yere oturur, dediğim şeyleri yaparak o anı düşünür.

Birden ayağa fırlayıp ”Cevdet uykun var mı?” diye sordu. İlk başta boş boş yüzüne baktım, ardından toparlanıp ”Yok, yok kaçtı ki” dedim.

”Gel o zaman gidiyoruz” dedi. Kendimden emin ve net bir üslupla ”saçmalama, sokağa çıkma yasağı devam ediyor” dedim.  Eliyle yukarıyı gösterdi ”Helikopter pistine” dedi.  ”Ne yapacağız orada” deyince sinirlenip ”Amma uzattın be gel işte” dedi. Daha fazla direnemeyip ”Tamam” dedim.

Kapıyı açtığımız gibi yüzüme boğazın o leziz havası çarptı. Sokağa çıkma yasağından beri İstanbul’un havası yüzde kırk daha temiz olmuş. Net bir şekilde hissediliyor bu oran. Biraz ilerledikten sonra dedikoducu hemşirelerin önce buradaki çalışmalarını gördük. İki tane iskemle ve bir masa vardı. İşten kaçamak yapıp buraya geliyorlarmış.

İskemleye oturduktan sonra ellerini havaya kaldırdı Ömer ve:

”Vay be Cevdet! Seninle bu şehirde büyüdük ” dedi.  Elimle dizine vurdum.

”E biz seninle kardeşiz, bizim kardeşliğimiz kan bağıyla değil belki ama ben seni hep öz kardeşim gibi gördüm.” Ömer güldü ve bir kez daha aniden ayağa kalktı.

”Koskoca İstanbul” diye iç geçirdi ardından.

”Rumlara, Türklere, Romalılara kucak açtı. Hiçbir savaş onu öldüremedi, ama şimdi bir virüs yüzünden tarihi boyunca hiç olmadığı kadar sessiz bu şehir ”dedi. Tarihe çok düşkündür bizimkisi, hastanenin çatısından Ayasofya gözüküyor, bana orası hakkında bilgiler vermeye çalışırken benim gözüm Şişli Sahilindeki o deniz fenerine takıldı. Bahar’a burada evlilik teklifi etmiştim. Şuan Ömer’i dinlemiyor Bahar ile geçirdiğim güzel günleri düşünürken, yüksek bir ses duyulmaya başladı. Ses beni düşüncelerimden, Ömer’i de tarih anlatmaktan alıkoydu. Sağlık Bakanlığına ait bir helikopter hastanemize iniş yapmak için hazırlanıyordu. Hemen pistten uzaklaşıp kimin geldiğini öğrenmek için, pür dikkat helikoptere bakıyorduk. Dakikalar sonra takım elbiseli bir kişi ve ardından dört kişi helikopterden indi. Bize doğru gelerek kendini tanıttı.

”Merhaba Ben Asım Kahyaoğlu. Bilim Kurulunda üst düzey bir yetkiliyim” dedi. Helikopterin pervanesi hala çalıştığından adamı zor duyuyorduk fakat o kadar bağırıyordu ki anlamakta pek güçlük çekmedik.

”Hemen içeriye gitmemiz gerekiyor” deyip, bize ”hadi” der gibi bir bakış attı. Ben, Ömer, Asım Bey ve arkasındaki dört kişiyle beraber içeriye girdik. İçeride Mehmet Ali telefonla birini aramaya çalışıyor ve telaşla odanın içinde volta atıyordu, beni görür görmez:

”Cevdet Hocam aşıyı bulmuşlar yarım saat içinde bütün hastanelere dağıtılacak” derken, Asım Bey’i gördü ve olayın farkına vardı. Asım Bey bize kendinden bahsettiği gibi odadakilere kendini tanıttı ve konuşmaya başladı:

”Sözü uzatmıyorum. Bu çantaların içerisinde 500’ü aşkın ilaç var. Laboratuvar çalışmaları sonucunda aşı bulundu ve Türkiye’ye geldi. Yüzde doksan sekiz oranında virüs ölüyor, birazdan sizlere aşıyı tanıtacağız, dozaj oranını, nasıl enjekte edileceğini çok iyi anlamanız gerekiyor. Bu odadaki herkese yeni ekipmanlar temin ettik. Gerekli bilgiler öğrenildikten sonra, aşı ilk olarak  3.kattaki durumu ağır hastalar için kullanılacak. Herkes yeni tulumlarını giyip on dakika sonra küçük konferans salonunda olsun. Şimdi herkes iş başına! Unutmayın arkadaşlar dünyanın kaderi sizin gibi sağlıkçıların elinde hadi göreyim sizi” dedi. Ben de ardından:

”İçiniz rahat olsun Asım Bey” dedim. ”Sizlere güveniyorum” diye karşılık verdi.

Tulumları, eldivenleri ve gerekli ekipmanları giyerken Mehmet Ali’nin yüzündeki ümitten ve sevinçten bu salgını yeneceğimizi anladım. Ömer bana seslendi:

”Cevdet! Olacak kardeşim” dedi. ” Dünya bu virüsten kurtulacak.” Kendinden çok emindi. Odadan ayrılmadan önce herkese çok dikkatli olmasını, Asım Bey’i çok dikkatli dinlemesini söyledim. Odadan çıkıp konferans salonuna yürürken aklıma tulumumun ön cebine koyduğum, her ameliyattan önce bana şans getirdiğine inandığım Bahar’ımın son bir kez o fotoğrafını öptüm. Önce konferans salonunda aşıyı öğrenecek, sonra da hayat kurtarmaya başlayacaktık.

SON

 

ÇAĞLAR KARA

                                                                       11/A

Birinci Zeynep Karaman “Sessiz Günler”

SESSİZ GÜNLER
Gözlerimi açtığımda her zamankinden farksız ama bir o
kadar da farklı bir güne uyanmıştım. Yine her zaman yattığım
paspastan esneyerek kalkıyorum, çok sevdiğim evimin bahçesini
turluyorum ve en sonunda yemek kabımın yanına dönüyorum.
Tahmin ettiğim gibi. Boş. Yine bomboş. Son dönemlerde olduğu
gibi. Çöplüğün yanına ilerlerken düşünüyorum.
Ne olmuş olabilirdi? Issız sokakların nedeni neydi? Her gün
başımı okşayan ve benimle konuşan üç numaralı dairede oturan
kadın neredeydi? Su ve mama kaplarımı dolduran amcaya ne
olmuştu?
Artık hepsini gördüm bile diyemeyecek kadar az
görüyordum. Çoğu zaman yüzlerinde garip bir parça bez oluyordu
ve etrafa acı-ekşi bir koku yayıyorlardı. Ellerinde ağır poşetlerle
kendilerini bir an önce apartmana atmazlarsa ölecekmiş gibi bir
telaşla içeri girmeye çalışıyorlardı. Ne kadar düşünürsem
düşüneyim anlamsızdı. İki yıllık hayatımda hiç böylesini
görmemiştim.
Günler haftalar oldu, haftalar aylar oldu derken neredeyse
iki ay böyle geçmişti. Yemek bulamamaktan gözle görülecek
şekilde zayıf düşmüştüm. Hala ne olduğu hakkında en ufak bir
fikrim yoktu. Ta ki on bir numaralı dairede oturan küçük çocukla
karşılaşana kadar. Soğuk, mermerden yapılmış merdivenlerde
oturmuş, yüzünü ellerinin arasına almıştı. Keyifsiz olduğu belliydi.
Korkak adımlarla yanına yaklaştım. Patilerimin mermerde yaptığı
sesi duyunca başını kaldırdı. Gördüklerine karşı anında yüzü
aydınlandı.
“Çiğdem!” Adımı duyunca neşelendim. Unutulmamıştım! Bu
sessiz günleri mantıklı kılacak tek şey herkesin aklından silinmiş
olmamdı ancak bu çocuk aksini kanıtlamıştı. İyice yaklaşıp kafamı
çocuğun paçalarına sürttüm. Gülümsedi ve ellerini kafamı okşamak
için uzattı ama aniden aklına bir şey gelmiş gibi durdu. Somurttu.
İçimden düşündüm, ‘Yine mi?’ diye. Kısa bir sessizlikten sonra
çocuk yine konuştu, “Çiğdem, neler oluyor biliyor musun?”
Heyecanlandım. Sonunda sessiz günlerin sebebini öğrenecektim.
Beklentiyle çocuğun suratına baktım. “Karantinadaymışız, annem
öyle söyledi.” Karantina mı? İki yıllık ömrümde hiç duymadığım
başka bir şey daha!
“Dışarı çıkarsak hasta oluyormuşuz, ve bu hastalığın ilacı
yokmuş. O yüzden annem ve babam dışarı çıkmama izin vermiyor.”
İlacı olmayan bir hastalık…Duymadığım bir şey daha! Demek ıssız
sokakların ve boş mama kaplarının sebebi buydu. İnsanlar hasta
olmamak için dışarı çıkmıyor ve çıktıklarında hızlıca eve gelmeye
uğraşıyorlardı. Hayatımın son iki ayında olan şeyler yavaş yavaş
anlam kazanmaya, aklımdaki boşluklar dolmaya başlamıştı.
Aklımda kalan tek şey bu hastalığın benimle bir alakası olup
olmadığıydı. Benden mi geçiyordu da herkes tarafından görmezden
geliniyordum? Küçük çocuk aklımı okumuş gibi konuştu, “Sizden
hastalık kapmasak bile annem dokunmamam için tembihledi. Özür
dilerim Çiğdem.” Üzgün gözleriyle bana baktı. Önemli olmadığını
anlatmak ister gibi kulaklarımı yana yatırıp çocuğun biraz uzağına
oturdum.
Bu sefer boğucu olmayan, aksine tatlı bir sessizlik oldu. Bir
insan görmeyeli, bu şekilde sohbetlerini dinlemeyeli olmuştu.
Üzerimde olanları nihayetinde öğrenmenin verdiği garip bir
rahatlık vardı ancak bütün dünyayı eve kapatacak kadar ciddi bir
durum olduğunu düşününce bu rahatlık çabucak silindi.
Oturduğum yerde göz kapaklarım ağırlaşırken hışırtı sesleri
duymamla dikkatim küçük çocuğa çevrildi. Çocuk, elini cebine
atmış poşet olduğunu düşündüğüm bir şeyi çıkarmak için
uğraşıyordu. Poşet çıktığı anda etrafa güzel bir koku yayıldı. Et
kokusu! En son bu kokuyu ne zaman aldığımı bile
hatırlamıyordum. Saniyesinde yerimden fırlayıp çocuğa yaklaştım.
Çocuk ayağa kalkıp artık bakmaya bile gitmediğim mama kabıma
doğru ilerledi, bende peşinden takip ettim. Çocuk eti mama kabıma
koyduğunda teşekkür eder gibi miyavlayıp keyifle yemeye
başladım. Küçük çocuk ben bitirene kadar yanımdan ayrılmayıp
beni izledi. Tam çocuğun paçalarına sürtünecekken bir bağırış
koptu. “Ceyhun! Nereydin sen!” Küçük çocuğun anında yüz ifadesi
değişti.
Öfkeli kadın hızlı adımlarla çocuğa yaklaştı. “Odanda
olmadığını fark ettiğimde nasıl korktum senin haberin var mı?
Aklımı kaçırıyorum zannettim!” Kadının ses tonunun
yüksekliğinden korkup çalıların arasına daldım. “Ama anne!
Balkondan Çiğdem’i görünce çok üzüldüm! Çok zayıflamıştı, üstelik
hemen mamasını koyup gelecektim kimseyle karşılaşmadım bile!”
Kadın ikna olmamış gibi duruyordu. “Çabuk içeri! İyice yıkanman
lazım. Olayın ciddiyetinin farkında bile değilsin!” Küçük çocuk her
an ağlayacak gibiydi. Annesinin önüne düşüp apartman kapısına
yürüdü. Olanlara karşı kendimi suçlu hissetmekten
alıkoyamamıştım. Bana yaptığı iyiliğe karşı mutluluğumu belli
edememiş, azar yemesine engel olamamıştım. O günden sonra
küçük çocuğu diğer apartman sakinleri gibi görmemiştim.
Endişeliydim ve iyi olmasını umuyordum.
Küçük çocuğun karantinaya dönmesiyle her şey eskisi
gibiydi. Sokaklar ıssızdı ve kuş cıvıltıları dışında çıt
çıkmıyordu. Gözle görülen tek değişim insanların öncekine
göre kabalaşmış olmasıydı. Sanki evde kaldıkça hapsolmuş
hallerine öfkeleniyorlardı ve bu hallerini sadece alışverişe
giderken-alışverişten dönerken hissedebiliyordunuz.
Bir gün öğlen saatlerinde karşı apartmanın görevlisi olan
adamı elleri dopdolu bir halde gördüm. Çeşitli yemek
malzemeleri, tuvalet kağıtları, temizlik malzemeleri
taşıyordu. Ellerinde sadece bunlar olsa iyiydi! Yaklaşıp daha
dikkatli baktığımda elinde çeşitli oyuncaklar ve kıyafetler
olduğunu anladım.
Adam, apartman sakinlerinin ihtiyaçlarını karşılamış gibi
duruyordu ancak sadece öncelikli olanları değil, keyfi istenen
ürünleri de almak zorunda kalmıştı. Adama acımadan
edemedim. İyi niyetinin kötüye kullanıldığı belliydi. Görevli
içeri girerken açık kapıdan onunla birlikte geçtim.
Sıkılmıştım ve boş günlerimde insanların ne yaptığını merak
ediyordum. Peşine takıldığım görevli elindeki kağıda bakıp
teker teker daireleri ziyaret ediyor, istenen şeyleri teslim
ediyordu. Elinde son kalan şeyler oyuncaklar ve kıyafetlerdi.
Teslim edeceği dairenin zilini çalıp diğerlerinde olduğu gibi
istenenleri uzattı. Ürünlerin sahibi kadın istediklerini
aldıktan sonra kapıyı kapatacaktı ki adam konuştu, “Bir
dahaki alışverişinizde lütfen aciliyeti olan şeylere öncelik
verin.” Sesi sertti ve tonundan bu olayın ilk yaşanılışı
olmadığını sezdim. Kadın mahcup bakışlarla onayladı ve
konuştu, “Kusura bakmayın, evde oturdukça hem ben hem
de çocuklarım sıkıldı. Alışveriş yaparak sıkıntımızı
gideriyoruz.” Adam öfkelenmişti, yüz ifadesinden belliydi
ancak iyi günler dışında bir şey demeyip apartmanın
bahçesiyle ilgilenmek üzere dışarı çıktı. Peşinden takip edip
kendi evime doğru yol aldım.
Karantinanın sonraki haftalarında yorgun apartman
görevlisini, yorgun kargocuları görmeye devam ettim. Her
gördüğümde bu insanların başkalarının çoğu zaman keyfi
olan istekleri için kendi hayatlarını riske attıklarına üzülüyor
ancak yapabileceğim bir şey olmadığından paspasımdan
izlemekle yetiniyordum.
“Çiğdem! Çiğdem! Pisipisi, neredesin?” duyduğum sesle
yerimden doğrulmam bir oldu. Bu küçük çocuğun sesiydi!
Önceki haftalarda kimse yüzüme bakmazken bana et getiren
çocuğun sesi! Neşem yerine gelmişti. Etrafa bakındım, ama
küçük çocuğu göremedim. Hayal mi görmüştüm? Sese
ilerledim. “Çiğdeeeem…” bu sefer çocuk adımı uzatarak
tekrar seslenmişti. Kafamı kaldırdım. Çocuk balkonda elinde
bir tabakla bekliyordu. Beni görünce gözleri parladı. Aşağıya
tabaktan ufak parçalara ayrılmış bir şeyler attı. Ne olduğunu
anlamak için yanına yaklaştığımda attıklarının peynir
olduğunu anladım. Neredeyse mutluluktan hoplamaya
başlayacaktım. Çocuk tabakta olan her şey bitene kadar
yukarıdan bana yiyecek attı. Doymama rağmen gitmeyip
sesini yükseltti ve neşeli bir şekilde benimle sohbet etti. Çok
mutluydum. Karantina günleri insanları tedirgin ve sinirli bir
hale getirse bile bazı insanlar, tıpkı bu çocuk gibi,
başkalarına karşı duyarlı ve sabırlı olmayı unutmamıştı. Bu
düşünce aç geçirdiğim sessiz günlerde neşelenmeme sebep
olmuştu.
Zeynep Karaman